Bu aşamada mahpus ve yakınlarına düşen ise, Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi kararında izah edilen şekilde transfer sürecini
işletmektir. Mahpus veya vekili Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel
Müdürlüğü’nden nakil talebinde bulunacak, eğer talep reddedilirse mahpus vekili
veya kanunda sayılan yakınları Ankara İdare Mahkemesinde işlemin iptali için
dava açacaklardır. Yargı sürecinin sonucunda eğer idare mahkemesi talebi
reddederse Danıştay ve sonra Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru
yapılabilecektir. Yine eğer Anayasa
Mahkemesi de talebi reddederse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel
başvuru yapılacaktır. Bu süreç çok uzun gibi gözükebilir, ancak Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nin emsal kararı Anayasa’nın 90. maddesi gereğince tüm idari
ve yargı birimleri açısından bağlayıcı olduğu için Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesine bireysel başvuru aşamasına gelinmeden süreç sonlandırılabilecektir.
"Suçları önlemek istiyor musunuz? Bırakın bilimin ışıkları özgürlükle birlikte olsun" Cesare Beccaria
18 Kasım 2019 Pazartesi
TÜRK CEZAEVLERİNDEKİ NAKİL SORUNU VE AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN BUNA İLİŞKİN KARARI
Yazar : Mustafa DOĞAN 19/11/2019
Cezaevinde tutulan bir mahpusun en önemli
ihtiyacı nedir? Bu soruya özgürlük başta olmak üzere pek çok cevap verilebilir.
Muhtemelen hepsi de doğru ve gerçek ihtiyaçlardır. Ancak belki de bu
ihtiyaçların cezaevinin doğduğu günden bu yana en önemlileri para ve ziyaretçi
olagelmiştir. Bir mahpusun cezaevinde de olsa insan onuruna yakışır bir hayat
sürebilmesi için paraya, psiko-sosyal olarak manevi varlığını sürdürebilmesi,
cezaevinin yıkıcı ve ezici etkisi altında bunalan mahpusun hayata
bağlanabilmesi, hayallerini ve umutlarını canlı tutabilmesi için ise
ziyaretçiye ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçlardan parayı özellikle gelişmiş
ülkelerde cezaevi idareleri, işyurdu açarak veya doğrudan yardımda bulunarak
karşılayabilmektedir. Bir mahpusa yeni bir anne-baba bulunamayacağı veya yeni
bir aile kurulamayacağı için ziyaretçiye bir alternatif oluşturmak mümkün değildir. Özellikle Türkiye'de yıllardır hücrede
tutulan hakim-savcılarla benzer durumda olan mahpuslar için ziyaretçinin
anlamını satırlara dökmek imkansızdır.
Türkiye'de
yakınlarının yaşadıkları şehirlerden çok uzak yerlerde cezaevinde tutulan ve
nakil talepleri kabul edilmeyen veya ailelerine yakın bir cezaevinde iken istem
dışı çok uzak cezaevlerine nakledilen onbinlerce mahpus bulumaktadır. Bu
mahpuslar ve yakınlarının ziyaret vasıtasıyla da olsa aile birliklerine saygı
hakkı açıkça ihlal edilmektedir. Durum bununla kalmamakta malesef kimi
ziyaretler aile felaketleri ile sonuçlanmaktadır. Ziyaret yolunda yaşanan
acılara bir kaç örnek vermek gerekirse, 6 Mayıs 2019 tarihinde Ankara'da
tutuklu bulunan eski Cumhuriyet Savcısı olan Mehmet Ali Pekgüzel'i, Denizliden
ziyarete gelen eşi Firdevs Pekgüzel dönüş yolunda geçirdiği trafik kazasında
vefat etti[i].
28 Şubat 2019 yılında Mardin'de tutuklu bulunan öğretmen Burak Aydın'ı ziyarete
gelip Giresun'a dönmekte olan ailesinden 4 kişi Erzurum'da yaşanan trafik
kazasında vefat etti[ii]. Son
örnek ise daha evvel idari hakim olarak görev yaptığı ve aslen
Afyonkarahisar'lı olan Fatih Cenik'i 19 Mayıs 2017 tarihinde ziyarete gelen
ailesi yolda trafik kazası geçirmiş, kazada Cenik'in 5 yaşındaki oğlu vefat
etmiştir[iii].
Görüldüğü üzere
Türkiye'deki pekçok mahpus yakınlarını ziyaret yolunda kaybetti ve malesef
kaybetmeye devam ediyor. Peki yaşanan bu acıların kaynağı nedir? Bu sorunun
cevapları arasında öne çıkanı "kalabalıklaşma"dır. Kalabalıklaşma,
kapasiteden fazla mahpus barındırılması nedeniyle mahpus sayısının olması
gerekenin çok üstüne çıkmasıdır. Kalabalıklaşmanın sebeplerini ise kronolojik
olarak ve özet bir değerlendirme ile şu şekilde izah edebiliriz. 2000 yılına
gelindiğinde, Türk Devleti cezaevlerini yönetemez hale gelmişti. Özellikle,
Bayrampaşa, Metris, Ulucanlar, ve Buca gibi büyük ve kalabalık cezaevleri mafya
ve diğer suç örgütlerinin kontrolü altına girmişti (Bakınız TBMM İnsan
Haklarını İnceleme Komisyonu Çalışma Raporu 5 Mayıs 1999-1 Ekim 2000)[iv]1.
Bu süreç 19 Aralık 2000 tarihinde gerçekleştirilen ve daha sonra çok
tartışılacak olan Hayata Dönüş Operasyonu ile sonuçlandı. Operasyonun hemen
ardından 22 Aralık 2000 tarihinde Rahşan Affı olarak da bilinen genen af
benzeri bir şartla tahliye yasası çıkarıldı ve cezaevleri büyük ölçüde
boşaltıldı. 2003 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiğinde ve
kalabalıklaşma ve güvenlik gibi sorunları olmayan bir cezaevi yönetimi
devraldı.
2004 yılında Ceza
Hukuku ile ilgili temel kanunlar olan Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu
ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun yenilendi. Değişiklik
2005 yılı Haziran ayında yürürlüğe girdi. Bu yeni kanunlarla cezalar arttı,
savcıların özellikle örgütlü suçlarla mücadelede yetkileri artırıldı, cezaların
infazı aşamasında ise cezaevlerinde geçirilecek süreler artırıldı. Bu durum
haliyle cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü mevcudunu artmasına netice verdi.
2010 yılına gelindiğinde Anayasa'da referandum yolu ile yapılan değişiklikler
ve onu takip eden alt mevzuat değişiklikleriyle Yargıtay'ın daire sayısı, üye
sayısı ve tetkik hakimi sayısı artırıldı. Hükümet bu değişikliklerle yargının
yükünün azalacağını ve yargılamaların artık çok daha hızlı yapılacağını vaad
ediyordu. Vaadedildiği gibi dosyalar Yargıtay'dan çok daha çabuk geçmeye ve
kesinleşme süreleri kısalmaya başladı. Yargılama süratlendi ancak
cezaevlerindeki mahpus sayısı da hızla arttı. Cezaevi mevcudundaki artış ülke
genelinde haftalık 1000 kişiye ulaştı. Bu şu anlama geliyordu. Türkiye'deki en
büyük cezaevi olan L Tipi bir cezaevinin proje kapasitesi 489 kişi (Bkz.
Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi Cezaevleri Raporu (2015-2016) )[v] ve
bir cezaevinin inşaası ortalama 3 yıl sürmekte iken, bir hafta gibi kısa bir
sürede yaşanan tahliyelere rağmen bir cezaevini dolduracak kadar mahpus
fazladan cezaevlerine geliyordu. Tüm bu sorunlar devam etmekte iken özellikle,
17-25 Aralık 2013 tarihinden sonra ülke yönetimini elinde bulunduranlar
muhaliflerini hızla cezaevlerine doldurmaya başladı. 15 Temmuz 2016 tarihinde
gerçekleştirilen başarısız darbe girişimi ise Recep Tayyip Erdoğan'ın kendi
söylemi ile "Allahın lütfu" oldu ve bu lütuf muhalifler için ise
büyük felaketin başlangıcı anlamına geliyordu. Onbinlerce insan kendini bir
anda cezaevlerinde buldu. Bu insanlara cezaevlerinde yer bulabilmek için 2016
Ağustos ayında daha önce denenmiş olan ve denetimli serbestlikten faydalanan
mahpus sayısını artırarak tahliyelerin yolunu açan bir yasa değişikliği ile
38.000 den fazla adli mahkum cezaevlerinden çıkarıldı[vi]. Tahliye edilenlerin yerine darbe
girişiminin ilk yılında sadece FETO suçlamasıyla yaklaşık 50.000 insan cezaevine girdi[vii].
Süreç bu şekilde devam ederken ülke yönetimindeki popülist yaklaşımlar kendini
ceza hukuku uygulamalarında da gösterdi. Mahkemeler 15 Temmuz ve devamında muhaliflere
yönelik siyasi dosyalarda bağımsızlık ve tarafsızlıklarını kaybettikleri için
gündelik hayatta sıkça rastlanan adli olaylarda dahi siyasilerin ve medyanın
elinde kuklaya dönüştüler. Türk Ceza Kanununda yer alan ve tutuklama yasağı
bulunan basit yaralama suçunun faili, yazılı ve sosyal medyada gündem olarak
siyasilerin dilene düştüğü için, bir anda kendini adını bile duymadığı, ne
kastında ne taksirinde yer almayan, aslında hukuken kanunda tanımlanan
unsurları da oluşmayan suçlardan dolayı tutuklanır oldular. Uyuşturucu ve
cinsel suçlar gibi toplum huzuru ile doğrudan ilgili olan suçlarla mücadele,
sosyal tedbirlere başvurulmaksızın, sadece kriminal alana hapsedildi. Sayılan
suçların cezaları kontrolsüz ve orantısız bir şekilde artırıldığı yetmezmiş gibi
şartla tahliye ve denetimli serbestlik gibi müesseseler bu suçlar için
zorlaştırıldı. Cezaların artması suçları azaltmadı ancak cezaevindeki bu
suçlardan tutuklanan ve mahkum edilenlerin sayısını artırdı. Tüm bu yanlışlar
ve öngörüsüzlükler cezaevlerindeki uzun süreli tutukluluk ve hükümlülükleri
artırdı. Cezaevlerindeki mahkum sirkülasyonunu yavaşlattı. Adalet ve Kalkınma
Partisi 2003 yılında iktidara geldiğinde 64. 296 (Bakınız Barolar Birliği
Cezaevleri Raporu) olan cezaevi mevcudu 2019 yılına gelindiğinde 264.031'e
ulaştı[viii].
Cezaevlerinde yaşanan
kalabalıklaşma yanında güvenlik, sağlık, barınma gibi pek çok hayati sorunu
beraberinde getirdi. AKP Hükümetleri önüne geçemediği bu hızlı artışa karşı
cezaevlerinin genel yönetiminde siyasi ve idari tedbirler alma gayreti içine
girdi. Bunlardan ilki idari bir tedbir olan artırılmış kapasiteydi, örneğin
proje kapasitesi 489 olan L tipi cezaevi artık 1500 hatta 2000 mahpus
alabilecek hale getirildi. Bu çözümde binalar büyümedi sadece koğuşlara yeni
ranzalar eklendi. Böylelikle bir L tipi cezaevinde hiçbir alt yapı değişikliği
yapılmadan artık 7 kişilik koğuşlarda 45-50 kişi barındırılabilir hale
getirildi. E, M tipleri gibi eski tip cezaevlerinde ise durum çok daha vahim hale
geldi. Bu uygulama, Urfa E Tipi Cezaevinde 12 Haziran 2012 tarihinde
cezaevindeki kalabalıklaşmayı protesto eden mahpuslar koğuştaki yatakları ateşe
vermiş ve çıkan yangından ve dumandan etkilenen 13 mahpus vefat ettiği olaydaki
gibi felaketler doğurdu[ix].
Yaşanan felaketler, hükümeti, af benzeri düzenlemelerle tutuklu ve hükümlüleri
tahliye etmeye yöneltti. Böylelikle cezaevi mevcutlarında kısa vadeli düşüşler
yaşandı. Rakamsal düşüşler geçici bir rahatlama meydana getirirken bir yandan
denetimli serbestlik sistemini felce uğratıp ve işlemez hale getirdi, öte
yandan kalıcı bir kalabalıklaşmanın sebebi oldular. Bunun sebebi, tahliye
edilen mahpusların tekrar suç işlemeleri üzerine (kesin hüküm aranmaksızın)
cezaevine gelmeleri halinde infazın yarım bırakılan kısmının tamamını kapalı
cezaevlerinde geçirmelerini zorunlu kılan düzenlemelerdi. Bu yanlışlar
cezaevlerinin mevcutlarını kalıcı bir şekilde artırdıkça artırdı.
Kalabalıklaşmanın önüne geçemeyen hükümet, yazımızın da konusu olan bir başka
idari tedbire başvurdu: nakil. Mahpuslar özellikle hükümlüler uzak yakın
denilmeden farklı yerlerdeki cezaevlerine transfer edildiler. Mahpuslar ve
aileleri için yüz kilometre bile ziyaret için yeteri kadar zahmetli iken
yüzlerce kilometre uzaktaki yerlere nakiller yapıldı. Örneğin ailesi ülkenin
güneyinde bulunan bir mahpus kendisine sorulmadan ve haberi dahi olmadan
ülkenin en kuzeyine, ülkenin doğusundaki bir mahpus ülkenin en batısına
transfer edilebildi. Bu tedbirler de çözüm olmadı ancak yazımızın konusu olan
ve gerek mahpuslar gerekse aileleri için büyük felaketlerle sonuçlanabilecek ve
muhattap bulamayacakları bir süreci doğurdu. Türkiye'de kalabalıklaşma günden
güne daha da artmakta, sorunlar da git gide büyümektedir. Hükümet ise kalıcı
çözümlere yanaşmamaktadır. Yargı reformu adı altında yapılan değişikliklerin
hiçbiri cezaevleri sorununa çözüm getirememektedir. Türkiye'de şuan cezaevleri
sorunu tamamen kangren olmuş durumdadır. Ancak acısını ve sıkıntısını mahpuslar
ve yakınları çekmektedir.
Çözüm üretilemeyen,
mahpuslar ve yakınları için her gün daha da zorlaşan süreç devam edereken,
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 17.09.2019 tarihinde Avşar - Tekin & Türkiye
(Başvuru No: 19302/09 ve 49089/12) kararını verdi. Karar, ailesinden uzak
yerlerde tutulan mahpuslar için oldukça önemli olup ailelerine
kavuşabilmelerine olanak sağlayacak bir açılım ortaya kolmaktadır.
Başvuranlardan
Abdulkerim Avşar, başvurunun yapıldığı sırada Kırıkkale F tipi cezaevinde
tutulmakta, ailesi ise 800 km uzakta olan Diyarbakır'da yaşamaktadır. Parkinson
hastalığından muzdarip olan annesi ziyaretine gelememektedir. 2008 yılının
Haziran ayında Avşar’ın avukatı, Cezaevleri ve Tevkifevleri Genel
Müdürlüğü’nden müvekkilini Diyarbakır’da bir hapishaneye nakletmesini ister,
talep reddedilir. Aralık 2008'de Avşar bu karara karşı Kırıkkale İnfaz Hakimine
başvuru yapılır, İnfaz Hakimi, itiraz konusunu yetki alanında görmeyerek
başvuruyu reddeder, Avşar, hakimin kararına itiraz eder, ancak Kırıkkale Ağır
Ceza Mahkemesi de aynı şekilde talebin reddine karar verir. İlk başvurudan 10
yıl sonra 25 Mayıs 2018 tarihinde Avşar, Diyarbakır T tipi cezaevine transfer
edilir.
Abdulkerim
Tekin ise, ilk başvuru tarihi olan Kasım 2011'de Kırıkkale F tipi cezaevinde
tutulmakta, ailesi ise buradan 1000 km uzakta olan Siirt yakınlarındaki bir
köyde yaşamaktadır. Kasım 2011'de Tekin, ailesine daha yakın olmak için Ceza ve
Tevkifevleri Genel Müdürlüğüne başvurur, başvurusu yapılan cezaevlerinin tam
kapasiteye ulaştığı gerekçesiyle başvurusunu reddedilir. Tekin, bu karara karşı
İnfaz Hakimine başvurur. 2012 yılının Nisan ayında hakim, nakil talebinin
reddinin hukuka aykırı olmadığına karar verir. Tekin'in İnfaz Hakiminin
kararına karşı Kırıkkale Ağır Ceza Mahkemesi'ne yapmış olduğu itiraz aynı
gerekçelerle reddedilir. Süreç devam ederken ilk başvurudan 5 yıl sonra 22
Ağustos 2016 tarihinde Siirt'ten yaklaşık 1.500 km uzaklıkta olan başka bir
cezaevine nakledilir.
Avşar ve Tekin,
ailelerine daha yakın bir cezaevine transfer edilme taleplerinin
reddedilmesini, özel ve aile yaşamına saygı hakkının ihlali olduğunu ileri
sürerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuşlardır.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başvurularını yerinde görerek, 8. Maddenin İhlal
edildiğine karar vermiş ve her bir başvurucu lehine 6.000 Euro tazminata ve yargılama giderine hükmetmiştir.
Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesinin kararları Türkiye Cumhuriyet Devleti açısından bağlayıcı olduğunda
şüphe yoktur. Bu karar, adı geçen mahpuslar yönünden derhal uygulanma
zorunluluğu taşımasının yanı sıra aynı durumda olan binlerce mahpus için emsal
mahiyetindedir. Bundan sonra yapılması gereken ortadadır. Hükümet mahpusları
ailelerine yakın yerlerde bulunan cezaevlerinde barındırmak için gerekli
tedbirleri almak zorundadır.
Durum mahpuslar ve
yakınları açısından ele alındığında ise, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik
Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'un 53 maddesi gereğince hükümlüler kendi
istekleriyle başka yerlere nakledilebilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi
kararındakine benzer durumda olan mahpusların istekleri halinde ailelerine
yakın bir yere nakledilmeleri için hükümet gerekli tedbirleri almak zorundadır.
Nakil giderlerinin kim tarafından karşılanacağı hususu aynı yasanın 54.
maddesinin 1/b fıkrasında düzenlenmiş olup buna göre, istek üzerine nakil
halinde, nakil giderleri mahpus tarafından peşin olarak ödenmek zorundadır.
Kanaatimizce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararı hükümete aktif sorumluluk
yüklemekte olup, kararda devletin mahpusu yakınlarının kolayca ziyaret
edebileceği en uygun cezaevinde hapsetmesi, devletin yükümlülüklerinden olan
aile hayatına saygının bir gereği olarak ortaya konulmaktadır. Mahpusun
kalacağı cezaevine karar verme yetkisi kendisine ait değildir. Uzak bir yere
gönderilirken de kendisi buna karar vermemiştir. Bu yüzden transfer giderleri
hükümet tarafından karşılanmalıdır.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)