18 Kasım 2019 Pazartesi

TÜRK CEZAEVLERİNDEKİ NAKİL SORUNU VE AVRUPA İNSAN HAKLARI MAHKEMESİNİN BUNA İLİŞKİN KARARI




Yazar : Mustafa DOĞAN                                                                                19/11/2019
Cezaevinde tutulan bir mahpusun en önemli ihtiyacı nedir? Bu soruya özgürlük başta olmak üzere pek çok cevap verilebilir. Muhtemelen hepsi de doğru ve gerçek ihtiyaçlardır. Ancak belki de bu ihtiyaçların cezaevinin doğduğu günden bu yana en önemlileri para ve ziyaretçi olagelmiştir. Bir mahpusun cezaevinde de olsa insan onuruna yakışır bir hayat sürebilmesi için paraya, psiko-sosyal olarak manevi varlığını sürdürebilmesi, cezaevinin yıkıcı ve ezici etkisi altında bunalan mahpusun hayata bağlanabilmesi, hayallerini ve umutlarını canlı tutabilmesi için ise ziyaretçiye ihtiyacı vardır. Bu ihtiyaçlardan parayı özellikle gelişmiş ülkelerde cezaevi idareleri, işyurdu açarak veya doğrudan yardımda bulunarak karşılayabilmektedir. Bir mahpusa yeni bir anne-baba bulunamayacağı veya yeni bir aile kurulamayacağı için ziyaretçiye bir alternatif oluşturmak mümkün değildir. Özellikle Türkiye'de yıllardır hücrede tutulan hakim-savcılarla benzer durumda olan mahpuslar için ziyaretçinin anlamını satırlara dökmek imkansızdır.
Türkiye'de yakınlarının yaşadıkları şehirlerden çok uzak yerlerde cezaevinde tutulan ve nakil talepleri kabul edilmeyen veya ailelerine yakın bir cezaevinde iken istem dışı çok uzak cezaevlerine nakledilen onbinlerce mahpus bulumaktadır. Bu mahpuslar ve yakınlarının ziyaret vasıtasıyla da olsa aile birliklerine saygı hakkı açıkça ihlal edilmektedir. Durum bununla kalmamakta malesef kimi ziyaretler aile felaketleri ile sonuçlanmaktadır. Ziyaret yolunda yaşanan acılara bir kaç örnek vermek gerekirse, 6 Mayıs 2019 tarihinde Ankara'da tutuklu bulunan eski Cumhuriyet Savcısı olan Mehmet Ali Pekgüzel'i, Denizliden ziyarete gelen eşi Firdevs Pekgüzel dönüş yolunda geçirdiği trafik kazasında vefat etti[i]. 28 Şubat 2019 yılında Mardin'de tutuklu bulunan öğretmen Burak Aydın'ı ziyarete gelip Giresun'a dönmekte olan ailesinden 4 kişi Erzurum'da yaşanan trafik kazasında vefat etti[ii]. Son örnek ise daha evvel idari hakim olarak görev yaptığı ve aslen Afyonkarahisar'lı olan Fatih Cenik'i 19 Mayıs 2017 tarihinde ziyarete gelen ailesi yolda trafik kazası geçirmiş, kazada Cenik'in 5 yaşındaki oğlu vefat etmiştir[iii].
Görüldüğü üzere Türkiye'deki pekçok mahpus yakınlarını ziyaret yolunda kaybetti ve malesef kaybetmeye devam ediyor. Peki yaşanan bu acıların kaynağı nedir? Bu sorunun cevapları arasında öne çıkanı "kalabalıklaşma"dır. Kalabalıklaşma, kapasiteden fazla mahpus barındırılması nedeniyle mahpus sayısının olması gerekenin çok üstüne çıkmasıdır. Kalabalıklaşmanın sebeplerini ise kronolojik olarak ve özet bir değerlendirme ile şu şekilde izah edebiliriz. 2000 yılına gelindiğinde, Türk Devleti cezaevlerini yönetemez hale gelmişti. Özellikle, Bayrampaşa, Metris, Ulucanlar, ve Buca gibi büyük ve kalabalık cezaevleri mafya ve diğer suç örgütlerinin kontrolü altına girmişti (Bakınız TBMM İnsan Haklarını İnceleme Komisyonu Çalışma Raporu 5 Mayıs 1999-1 Ekim 2000)[iv]1. Bu süreç 19 Aralık 2000 tarihinde gerçekleştirilen ve daha sonra çok tartışılacak olan Hayata Dönüş Operasyonu ile sonuçlandı. Operasyonun hemen ardından 22 Aralık 2000 tarihinde Rahşan Affı olarak da bilinen genen af benzeri bir şartla tahliye yasası çıkarıldı ve cezaevleri büyük ölçüde boşaltıldı. 2003 yılında Adalet ve Kalkınma Partisi iktidara geldiğinde ve kalabalıklaşma ve güvenlik gibi sorunları olmayan bir cezaevi yönetimi devraldı.
2004 yılında Ceza Hukuku ile ilgili temel kanunlar olan Türk Ceza Kanunu, Ceza Muhakemesi Kanunu ve Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun yenilendi. Değişiklik 2005 yılı Haziran ayında yürürlüğe girdi. Bu yeni kanunlarla cezalar arttı, savcıların özellikle örgütlü suçlarla mücadelede yetkileri artırıldı, cezaların infazı aşamasında ise cezaevlerinde geçirilecek süreler artırıldı. Bu durum haliyle cezaevlerindeki tutuklu ve hükümlü mevcudunu artmasına netice verdi. 2010 yılına gelindiğinde Anayasa'da referandum yolu ile yapılan değişiklikler ve onu takip eden alt mevzuat değişiklikleriyle Yargıtay'ın daire sayısı, üye sayısı ve tetkik hakimi sayısı artırıldı. Hükümet bu değişikliklerle yargının yükünün azalacağını ve yargılamaların artık çok daha hızlı yapılacağını vaad ediyordu. Vaadedildiği gibi dosyalar Yargıtay'dan çok daha çabuk geçmeye ve kesinleşme süreleri kısalmaya başladı. Yargılama süratlendi ancak cezaevlerindeki mahpus sayısı da hızla arttı. Cezaevi mevcudundaki artış ülke genelinde haftalık 1000 kişiye ulaştı. Bu şu anlama geliyordu. Türkiye'deki en büyük cezaevi olan L Tipi bir cezaevinin proje kapasitesi 489 kişi (Bkz. Türkiye Barolar Birliği İnsan Hakları Merkezi Cezaevleri Raporu (2015-2016) )[v] ve bir cezaevinin inşaası ortalama 3 yıl sürmekte iken, bir hafta gibi kısa bir sürede yaşanan tahliyelere rağmen bir cezaevini dolduracak kadar mahpus fazladan cezaevlerine geliyordu. Tüm bu sorunlar devam etmekte iken özellikle, 17-25 Aralık 2013 tarihinden sonra ülke yönetimini elinde bulunduranlar muhaliflerini hızla cezaevlerine doldurmaya başladı. 15 Temmuz 2016 tarihinde gerçekleştirilen başarısız darbe girişimi ise Recep Tayyip Erdoğan'ın kendi söylemi ile "Allahın lütfu" oldu ve bu lütuf muhalifler için ise büyük felaketin başlangıcı anlamına geliyordu. Onbinlerce insan kendini bir anda cezaevlerinde buldu. Bu insanlara cezaevlerinde yer bulabilmek için 2016 Ağustos ayında daha önce denenmiş olan ve denetimli serbestlikten faydalanan mahpus sayısını artırarak tahliyelerin yolunu açan bir yasa değişikliği ile 38.000 den fazla adli mahkum cezaevlerinden çıkarıldı[vi]. Tahliye edilenlerin yerine darbe girişiminin ilk yılında sadece FETO suçlamasıyla yaklaşık 50.000 insan cezaevine girdi[vii]. Süreç bu şekilde devam ederken ülke yönetimindeki popülist yaklaşımlar kendini ceza hukuku uygulamalarında da gösterdi. Mahkemeler 15 Temmuz ve devamında muhaliflere yönelik siyasi dosyalarda bağımsızlık ve tarafsızlıklarını kaybettikleri için gündelik hayatta sıkça rastlanan adli olaylarda dahi siyasilerin ve medyanın elinde kuklaya dönüştüler. Türk Ceza Kanununda yer alan ve tutuklama yasağı bulunan basit yaralama suçunun faili, yazılı ve sosyal medyada gündem olarak siyasilerin dilene düştüğü için, bir anda kendini adını bile duymadığı, ne kastında ne taksirinde yer almayan, aslında hukuken kanunda tanımlanan unsurları da oluşmayan suçlardan dolayı tutuklanır oldular. Uyuşturucu ve cinsel suçlar gibi toplum huzuru ile doğrudan ilgili olan suçlarla mücadele, sosyal tedbirlere başvurulmaksızın, sadece kriminal alana hapsedildi. Sayılan suçların cezaları kontrolsüz ve orantısız bir şekilde artırıldığı yetmezmiş gibi şartla tahliye ve denetimli serbestlik gibi müesseseler bu suçlar için zorlaştırıldı. Cezaların artması suçları azaltmadı ancak cezaevindeki bu suçlardan tutuklanan ve mahkum edilenlerin sayısını artırdı. Tüm bu yanlışlar ve öngörüsüzlükler cezaevlerindeki uzun süreli tutukluluk ve hükümlülükleri artırdı. Cezaevlerindeki mahkum sirkülasyonunu yavaşlattı. Adalet ve Kalkınma Partisi 2003 yılında iktidara geldiğinde 64. 296 (Bakınız Barolar Birliği Cezaevleri Raporu) olan cezaevi mevcudu 2019 yılına gelindiğinde 264.031'e ulaştı[viii].
Cezaevlerinde yaşanan kalabalıklaşma yanında güvenlik, sağlık, barınma gibi pek çok hayati sorunu beraberinde getirdi. AKP Hükümetleri önüne geçemediği bu hızlı artışa karşı cezaevlerinin genel yönetiminde siyasi ve idari tedbirler alma gayreti içine girdi. Bunlardan ilki idari bir tedbir olan artırılmış kapasiteydi, örneğin proje kapasitesi 489 olan L tipi cezaevi artık 1500 hatta 2000 mahpus alabilecek hale getirildi. Bu çözümde binalar büyümedi sadece koğuşlara yeni ranzalar eklendi. Böylelikle bir L tipi cezaevinde hiçbir alt yapı değişikliği yapılmadan artık 7 kişilik koğuşlarda 45-50 kişi barındırılabilir hale getirildi. E, M tipleri gibi eski tip cezaevlerinde ise durum çok daha vahim hale geldi. Bu uygulama, Urfa E Tipi Cezaevinde 12 Haziran 2012 tarihinde cezaevindeki kalabalıklaşmayı protesto eden mahpuslar koğuştaki yatakları ateşe vermiş ve çıkan yangından ve dumandan etkilenen 13 mahpus vefat ettiği olaydaki gibi felaketler doğurdu[ix]. Yaşanan felaketler, hükümeti, af benzeri düzenlemelerle tutuklu ve hükümlüleri tahliye etmeye yöneltti. Böylelikle cezaevi mevcutlarında kısa vadeli düşüşler yaşandı. Rakamsal düşüşler geçici bir rahatlama meydana getirirken bir yandan denetimli serbestlik sistemini felce uğratıp ve işlemez hale getirdi, öte yandan kalıcı bir kalabalıklaşmanın sebebi oldular. Bunun sebebi, tahliye edilen mahpusların tekrar suç işlemeleri üzerine (kesin hüküm aranmaksızın) cezaevine gelmeleri halinde infazın yarım bırakılan kısmının tamamını kapalı cezaevlerinde geçirmelerini zorunlu kılan düzenlemelerdi. Bu yanlışlar cezaevlerinin mevcutlarını kalıcı bir şekilde artırdıkça artırdı. Kalabalıklaşmanın önüne geçemeyen hükümet, yazımızın da konusu olan bir başka idari tedbire başvurdu: nakil. Mahpuslar özellikle hükümlüler uzak yakın denilmeden farklı yerlerdeki cezaevlerine transfer edildiler. Mahpuslar ve aileleri için yüz kilometre bile ziyaret için yeteri kadar zahmetli iken yüzlerce kilometre uzaktaki yerlere nakiller yapıldı. Örneğin ailesi ülkenin güneyinde bulunan bir mahpus kendisine sorulmadan ve haberi dahi olmadan ülkenin en kuzeyine, ülkenin doğusundaki bir mahpus ülkenin en batısına transfer edilebildi. Bu tedbirler de çözüm olmadı ancak yazımızın konusu olan ve gerek mahpuslar gerekse aileleri için büyük felaketlerle sonuçlanabilecek ve muhattap bulamayacakları bir süreci doğurdu. Türkiye'de kalabalıklaşma günden güne daha da artmakta, sorunlar da git gide büyümektedir. Hükümet ise kalıcı çözümlere yanaşmamaktadır. Yargı reformu adı altında yapılan değişikliklerin hiçbiri cezaevleri sorununa çözüm getirememektedir. Türkiye'de şuan cezaevleri sorunu tamamen kangren olmuş durumdadır. Ancak acısını ve sıkıntısını mahpuslar ve yakınları çekmektedir.
Çözüm üretilemeyen, mahpuslar ve yakınları için her gün daha da zorlaşan süreç devam edereken, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi 17.09.2019 tarihinde Avşar - Tekin & Türkiye (Başvuru No: 19302/09 ve 49089/12) kararını verdi. Karar, ailesinden uzak yerlerde tutulan mahpuslar için oldukça önemli olup ailelerine kavuşabilmelerine olanak sağlayacak bir açılım ortaya kolmaktadır.
Başvuranlardan Abdulkerim Avşar, başvurunun yapıldığı sırada Kırıkkale F tipi cezaevinde tutulmakta, ailesi ise 800 km uzakta olan Diyarbakır'da yaşamaktadır. Parkinson hastalığından muzdarip olan annesi ziyaretine gelememektedir. 2008 yılının Haziran ayında Avşar’ın avukatı, Cezaevleri ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nden müvekkilini Diyarbakır’da bir hapishaneye nakletmesini ister, talep reddedilir. Aralık 2008'de Avşar bu karara karşı Kırıkkale İnfaz Hakimine başvuru yapılır, İnfaz Hakimi, itiraz konusunu yetki alanında görmeyerek başvuruyu reddeder, Avşar, hakimin kararına itiraz eder, ancak Kırıkkale Ağır Ceza Mahkemesi de aynı şekilde talebin reddine karar verir. İlk başvurudan 10 yıl sonra 25 Mayıs 2018 tarihinde Avşar, Diyarbakır T tipi cezaevine transfer edilir.
Abdulkerim Tekin ise, ilk başvuru tarihi olan Kasım 2011'de Kırıkkale F tipi cezaevinde tutulmakta, ailesi ise buradan 1000 km uzakta olan Siirt yakınlarındaki bir köyde yaşamaktadır. Kasım 2011'de Tekin, ailesine daha yakın olmak için Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğüne başvurur, başvurusu yapılan cezaevlerinin tam kapasiteye ulaştığı gerekçesiyle başvurusunu reddedilir. Tekin, bu karara karşı İnfaz Hakimine başvurur. 2012 yılının Nisan ayında hakim, nakil talebinin reddinin hukuka aykırı olmadığına karar verir. Tekin'in İnfaz Hakiminin kararına karşı Kırıkkale Ağır Ceza Mahkemesi'ne yapmış olduğu itiraz aynı gerekçelerle reddedilir. Süreç devam ederken ilk başvurudan 5 yıl sonra 22 Ağustos 2016 tarihinde Siirt'ten yaklaşık 1.500 km uzaklıkta olan başka bir cezaevine nakledilir.
Avşar ve Tekin, ailelerine daha yakın bir cezaevine transfer edilme taleplerinin reddedilmesini, özel ve aile yaşamına saygı hakkının ihlali olduğunu ileri sürerek Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuruda bulunmuşlardır. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi başvurularını yerinde görerek, 8. Maddenin İhlal edildiğine karar vermiş ve her bir başvurucu lehine 6.000 Euro tazminata ve yargılama giderine hükmetmiştir.
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları Türkiye Cumhuriyet Devleti açısından bağlayıcı olduğunda şüphe yoktur. Bu karar, adı geçen mahpuslar yönünden derhal uygulanma zorunluluğu taşımasının yanı sıra aynı durumda olan binlerce mahpus için emsal mahiyetindedir. Bundan sonra yapılması gereken ortadadır. Hükümet mahpusları ailelerine yakın yerlerde bulunan cezaevlerinde barındırmak için gerekli tedbirleri almak zorundadır.
Durum mahpuslar ve yakınları açısından ele alındığında ise, 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin İnfazı Hakkında Kanun'un 53 maddesi gereğince hükümlüler kendi istekleriyle başka yerlere nakledilebilmektedir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararındakine benzer durumda olan mahpusların istekleri halinde ailelerine yakın bir yere nakledilmeleri için hükümet gerekli tedbirleri almak zorundadır. Nakil giderlerinin kim tarafından karşılanacağı hususu aynı yasanın 54. maddesinin 1/b fıkrasında düzenlenmiş olup buna göre, istek üzerine nakil halinde, nakil giderleri mahpus tarafından peşin olarak ödenmek zorundadır. Kanaatimizce Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararı hükümete aktif sorumluluk yüklemekte olup, kararda devletin mahpusu yakınlarının kolayca ziyaret edebileceği en uygun cezaevinde hapsetmesi, devletin yükümlülüklerinden olan aile hayatına saygının bir gereği olarak ortaya konulmaktadır. Mahpusun kalacağı cezaevine karar verme yetkisi kendisine ait değildir. Uzak bir yere gönderilirken de kendisi buna karar vermemiştir. Bu yüzden transfer giderleri hükümet tarafından karşılanmalıdır.

Bu aşamada mahpus ve yakınlarına düşen ise, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararında izah edilen şekilde transfer sürecini işletmektir. Mahpus veya vekili Adalet Bakanlığı Ceza ve Tevkifevleri Genel Müdürlüğü’nden nakil talebinde bulunacak, eğer talep reddedilirse mahpus vekili veya kanunda sayılan yakınları Ankara İdare Mahkemesinde işlemin iptali için dava açacaklardır. Yargı sürecinin sonucunda eğer idare mahkemesi talebi reddederse Danıştay ve sonra Anayasa Mahkemesine bireysel başvuru yapılabilecektir. Yine eğer Anayasa Mahkemesi de talebi reddederse Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru yapılacaktır. Bu süreç çok uzun gibi gözükebilir, ancak Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin emsal kararı Anayasa’nın 90. maddesi gereğince tüm idari ve yargı birimleri açısından bağlayıcı olduğu için Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine bireysel başvuru aşamasına gelinmeden süreç sonlandırılabilecektir.