"Suçları önlemek istiyor musunuz? Bırakın bilimin ışıkları özgürlükle birlikte olsun" Cesare Beccaria
15 Haziran 2016 Çarşamba
TWİTTER HESABIMIZ
Twitter hesabımız @penoloji dir. Takip edebilirsiniz. Türkiye ve dünyadan güncel bilgi ve veri paylaşımlarımıza ulaşabilirsiniz.
9 Haziran 2016 Perşembe
MÜKERRERLİKLE MÜCADELEDE AİLE MERKEZLİ YAKLAŞIM
Amerikada ceza adaleti sistemine yönelik yürütülen reform çalışmaları kapsamında yeni geliştirilen ve geri dönüşler mücadelede Aile Dostu Program hakkında bilgi almak için
Lütfen tıklayınız...
Lütfen tıklayınız...
MÜZİKLE REHABİLİTASYON
Hükümlülerin ve eski hükümlülerin rehabilitasyonuna müzik ile katkı sağlamak amacıyla faaliyet gösteren Change Tunes isimli STK ve faaliyetleri hakkında ayrıntılı bilgilere ulaşmak için
OYUN YOLUYLA ÇOCUKLARIN SUÇA KARŞI BİLİNÇLENDİRİLMESİ
Amerika'da çocukların ceza adaleti sistemi hakkında bilinçlendirilmeleri amacıyla "Juvenile Justice Jeopady" isimli bir oyun geliştirilmiştir. Oyunda çocuğun suça sürüklenmesinden, polisle muhatap olmasına, adliye de yaşanabilecek olası olaylara ve son olarak da infaz sistemine ilişkin bilgilendirilmesi sağlanmaktadır. Bu oyun oldukça eğlenceli hale getirilmiş, oyun sırasında çocuklar hem eğlenmekte hem de ceza adaleti sistemi hakkında farkındalıkları artmaktadır.
Ülkemizde de benzer uygulamalar geliştirilebilir.
Özellikle suça sürüklenmesi ihtimali daha okul çağlarında gündeme gelmiş olan çocukların geleceklerini daha da karartmamaları adına bu şekilde bir eğitimle farkındalıklarının artırılması önem taşımaktadır.
Oyunla ilgili ayrıntılı bilgiye ulaşmak için
Lütfen tıklayınız...
"KANUNLA İHTİLAFA DÜŞMÜŞ ÇOCUK" "SUÇA SÜRÜKLENMİŞ ÇOCUK" NE KADAR DOĞRU
Çocuk adalet sistemi içinde yer alanlar "kanunla ihtilafa düşen çocuk" ifadesini çok iyi bilirler.
Bu ifadeyi tahlil edecek olursak, ifadenin eylemi "çocuk"tur. İfade edilgen ve pasif bir ifadedir. Eğer aktif olsaydı "kanuna muhalefet eden çocuk" olması gerekirdi. Aktiflik ve pasiflik burada bize kast ve taksiri hatırlattı. Yani "kanuna muhalefet eden çocuk" aktif davranışta bulunmuş, bilerek ve isteyerek kanuna aykırı fiili irtikap etmiş ve suçların "kast" unsurunu gerçekleştirmiştir. "kanunla ihtilafa düşmüş" olan çocuk ise pasif ve edilgen durumdadır, bilme ve isteme unsuru burada yerini sadece "bilgisizlik, öngörüsüzlük ve tecrübesizliğe" bırakmıştır. Yani "taksir"le hareket etmiştir.
Nesneye gelindiğinde ise, ifadenin nesnesi "kanun"dur. Kanunu açıklamaya gerek yok. Şunu da belirtmek gerekir ki suç ve ceza ancak kanunla konulabilir. Kadimden bu yana varlığını sürdüren günümüzde de gerek uluslararası gerekse ulusal mevzuatlarda yer bulan "kanunu bilmemek mazeret sayılmaz" kuralı gereğince kanunlarda suç olarak kabul edilen eylemleri irtikap eden cezalandırılacaktır. Bunun çocuk veya yetişkin olması bir şeyi değiştirmeyecektir. Tabii ki yaş, akıl hastalığı gibi hususlar saklıdır.
Son olarak ifadenin yüklemi ise, "ihtilafa düşmek"tir. İhtilafa düşmeyi, muhalefet etmek, itaat etmemek, konulmuş kurallara aykırı davranmak olarak tanımlayabiliriz. Görüldüğü üzre ihtilafa düşmek kendi içinde kuralları bilmeyi buna rağmen muhalefette ısrarcı olmayı gerektirmektedir.
İfadenin bir bütün olarak tahlilini ele alacak olursak, özel hukuk ilişkilerinde 18 yaş altındaki çocukalrın, fiil ehliyeti sınırlı olarak kabul edilir ve hukuki işlem yapmasına musade edilmez, ancak kanuni temsilcileri onun adına işlem yapabilir. Bu çocukalrın yapmış olduğu işlemlerden kendine yükümlülük getirenlerin hukuken sakat kabul edilir. Ancak konu ceza hukukuna kaydığında aynı çocuklar "kanunla ihtilafa düşmüş" çocuk olarak kabul edilmektedir. Bu tam anlamıyla büyük bir çelişkidir.
Ülkemizde uzun yıllar "kanunla ihtlifa düşmüş" çocuk ifadesi kullanılmış ancak konuyu müstakil bir kanunda ele almayı gerektirdiğinde ve Çocuk Koruma Kanunu yazıldığından bu kez aynı çocuklar için "Suça Sürüklenmiş Çocuk" ifadesi kullanılmıştır Bu ifade de yukarıdaki yapmış olduğumuz tahlille birebir örtüşmektedir. Edilgen ve pasif bir özne: "çocuk", Kanunlarda yer alan düzenlemelerle suç olarak tanımlanmış eylemi oluşturan nesne : "suç" ve pasif bir fiil "sürüklenme". Bu ifade kendisi dışında etkenlerle suçlu olmaması rağmen suç ortamına ve suç işlemeye yönlendirilmiş bir çocuğun suçlu olarak kabul edilmesidir. Her iki ifade de çocuğu aktif olarak kabul etmediğinden çocuğun suçla ilişkisini taksiri andıran bir yaklaşımla ele almaktadır. Peki taksir nedir. Basit bir ifade ile bir suçun oluşlamasına sebebiyet veren eylemi gerçekleştirirken neticesinin öngörmeme veya öngörmekle birlikte istememe olarak tanımlayabiliriz. Buradan yola çıkarsak her suç taksirle işlenebilir mi hayır. Örneğin taksirle insan öldürme olur, yaralama da olur, trafik kazaları bu şekilde ele alınır. Ancak taksirle hırsızlık olmaz, taksirle mala zarar verme olmaz. Trafik kazasında araçlarda meydana gelen hasar bu nedenle mala zarar verme suçunu oluşturmaz. Taksirli suçlar, ceza kanunlarında sınırlı olarak sayılmıştır.
Bu ifade de ilki gibi çocuğu suçlu kabul etmeyen, çocuğun suçlu olarak cümle içinde dahi anılmasından rahatsız olan ancak uygulamaya gelince cezalandıran, cezalandırırken de timsah gözyaşları döken bir bakış açısını anımsatmaktadır. Bu şekilde bir yaklaşımla, devlet çocuğu suçluolarak kabul etmemekte, içine sindirememekte, bu gerçeği görmezden gelmeyi tercih etmektedir. Hal böyle iken çocuk niye kendisini suçlu olarak görsün, neden kendisinin ıslah edilmesi gerektiğini, rehabilitasyona muhtaç olduğunu kabul etsin. Tıpkı Robin Hood gibi, kendisi bir hırsızdır ve gaspçıdır, zenginden "çalar", fakire dağıtır. Bu karakterin çizgi filmleri izletilir, hikayeleri okutulur. Ancak parası olmayan fakir bir çocuk aynı eylemi gerçekleştirince cezaevine konulur. Bilinçaltı Robin Hood'la yapılandırılmış bir çocuğun aynı eylem nedeniyle cezalandırılması bu da ayrı bir çelişkidir.
Psikoloji ve eğitim bilimlerinde değişimin ilk ayağı "kabul"den geçmektedir. Devlet çocuğu olduğu gibi kabul ederse, o da kendisini kabul edecektir. Bundan sonra da ikinci aşamaya geçilebilir...
Bu ifadeyi tahlil edecek olursak, ifadenin eylemi "çocuk"tur. İfade edilgen ve pasif bir ifadedir. Eğer aktif olsaydı "kanuna muhalefet eden çocuk" olması gerekirdi. Aktiflik ve pasiflik burada bize kast ve taksiri hatırlattı. Yani "kanuna muhalefet eden çocuk" aktif davranışta bulunmuş, bilerek ve isteyerek kanuna aykırı fiili irtikap etmiş ve suçların "kast" unsurunu gerçekleştirmiştir. "kanunla ihtilafa düşmüş" olan çocuk ise pasif ve edilgen durumdadır, bilme ve isteme unsuru burada yerini sadece "bilgisizlik, öngörüsüzlük ve tecrübesizliğe" bırakmıştır. Yani "taksir"le hareket etmiştir.
Nesneye gelindiğinde ise, ifadenin nesnesi "kanun"dur. Kanunu açıklamaya gerek yok. Şunu da belirtmek gerekir ki suç ve ceza ancak kanunla konulabilir. Kadimden bu yana varlığını sürdüren günümüzde de gerek uluslararası gerekse ulusal mevzuatlarda yer bulan "kanunu bilmemek mazeret sayılmaz" kuralı gereğince kanunlarda suç olarak kabul edilen eylemleri irtikap eden cezalandırılacaktır. Bunun çocuk veya yetişkin olması bir şeyi değiştirmeyecektir. Tabii ki yaş, akıl hastalığı gibi hususlar saklıdır.
Son olarak ifadenin yüklemi ise, "ihtilafa düşmek"tir. İhtilafa düşmeyi, muhalefet etmek, itaat etmemek, konulmuş kurallara aykırı davranmak olarak tanımlayabiliriz. Görüldüğü üzre ihtilafa düşmek kendi içinde kuralları bilmeyi buna rağmen muhalefette ısrarcı olmayı gerektirmektedir.
İfadenin bir bütün olarak tahlilini ele alacak olursak, özel hukuk ilişkilerinde 18 yaş altındaki çocukalrın, fiil ehliyeti sınırlı olarak kabul edilir ve hukuki işlem yapmasına musade edilmez, ancak kanuni temsilcileri onun adına işlem yapabilir. Bu çocukalrın yapmış olduğu işlemlerden kendine yükümlülük getirenlerin hukuken sakat kabul edilir. Ancak konu ceza hukukuna kaydığında aynı çocuklar "kanunla ihtilafa düşmüş" çocuk olarak kabul edilmektedir. Bu tam anlamıyla büyük bir çelişkidir.
Ülkemizde uzun yıllar "kanunla ihtlifa düşmüş" çocuk ifadesi kullanılmış ancak konuyu müstakil bir kanunda ele almayı gerektirdiğinde ve Çocuk Koruma Kanunu yazıldığından bu kez aynı çocuklar için "Suça Sürüklenmiş Çocuk" ifadesi kullanılmıştır Bu ifade de yukarıdaki yapmış olduğumuz tahlille birebir örtüşmektedir. Edilgen ve pasif bir özne: "çocuk", Kanunlarda yer alan düzenlemelerle suç olarak tanımlanmış eylemi oluşturan nesne : "suç" ve pasif bir fiil "sürüklenme". Bu ifade kendisi dışında etkenlerle suçlu olmaması rağmen suç ortamına ve suç işlemeye yönlendirilmiş bir çocuğun suçlu olarak kabul edilmesidir. Her iki ifade de çocuğu aktif olarak kabul etmediğinden çocuğun suçla ilişkisini taksiri andıran bir yaklaşımla ele almaktadır. Peki taksir nedir. Basit bir ifade ile bir suçun oluşlamasına sebebiyet veren eylemi gerçekleştirirken neticesinin öngörmeme veya öngörmekle birlikte istememe olarak tanımlayabiliriz. Buradan yola çıkarsak her suç taksirle işlenebilir mi hayır. Örneğin taksirle insan öldürme olur, yaralama da olur, trafik kazaları bu şekilde ele alınır. Ancak taksirle hırsızlık olmaz, taksirle mala zarar verme olmaz. Trafik kazasında araçlarda meydana gelen hasar bu nedenle mala zarar verme suçunu oluşturmaz. Taksirli suçlar, ceza kanunlarında sınırlı olarak sayılmıştır.
Bu ifade de ilki gibi çocuğu suçlu kabul etmeyen, çocuğun suçlu olarak cümle içinde dahi anılmasından rahatsız olan ancak uygulamaya gelince cezalandıran, cezalandırırken de timsah gözyaşları döken bir bakış açısını anımsatmaktadır. Bu şekilde bir yaklaşımla, devlet çocuğu suçluolarak kabul etmemekte, içine sindirememekte, bu gerçeği görmezden gelmeyi tercih etmektedir. Hal böyle iken çocuk niye kendisini suçlu olarak görsün, neden kendisinin ıslah edilmesi gerektiğini, rehabilitasyona muhtaç olduğunu kabul etsin. Tıpkı Robin Hood gibi, kendisi bir hırsızdır ve gaspçıdır, zenginden "çalar", fakire dağıtır. Bu karakterin çizgi filmleri izletilir, hikayeleri okutulur. Ancak parası olmayan fakir bir çocuk aynı eylemi gerçekleştirince cezaevine konulur. Bilinçaltı Robin Hood'la yapılandırılmış bir çocuğun aynı eylem nedeniyle cezalandırılması bu da ayrı bir çelişkidir.
Psikoloji ve eğitim bilimlerinde değişimin ilk ayağı "kabul"den geçmektedir. Devlet çocuğu olduğu gibi kabul ederse, o da kendisini kabul edecektir. Bundan sonra da ikinci aşamaya geçilebilir...
2 Haziran 2016 Perşembe
28 Mayıs 2016 Cumartesi
PENOLOJİ MAKALE
Penoloji bilimi hakkında Türkiye'de ilk makale yayınlandı. Makale "Penoloji" başlığını taşıyor ve Seçkin yayınlarından çıkan Fasikül isimli hakemli derginin 2016 Şubat sayısında yer aldı.
18 Nisan 2016 Pazartesi
17 Nisan 2016 Pazar
2 Nisan 2016 Cumartesi
LOMBROSO VE ERZURUMLU İBRAHİM HAKKININ GÖZÜNDEN : SUÇLU - KÖTÜ İNSAN
Yazar: Mustafa Doğan
İnsanın
kendini tanıma yolculuğu muhtemelen ilkin kendi bedenini tanımasıyla başlamıştır. Gerçekten öyle değil midir?. İnsan
minicik bir bebek iken ellerini gördüğünde, ayağını ağzına götürdüğünde ve
kendi sesini duyduğunda nasıl heyecanlanır, merakla inceler, dinler, dokunur ve
tadar.
İnsan
vücudunun iyilik ve kötülükle ilişkisi, diğer alanlara nazaran belki de en çok araştırılan konudur. İnsanın
boyu, kemik yapısı, saç ve göz rengi, ırkı, o kişinin iyi veya kötü olması ile ilişkilendirilebilir mi? Bu soruyu "İnsan
bedeni, suçlu bir kişiliğin tespitine imkan verir mi?" şeklinde sormamız halinde cevap ne olabilir?
Kriminoloji suç ve suçluyu inceleyen bilim dalıdır. Bu biliminin kurucularından kabul edilen ve ceza hukukuna pozitivizmin
yöntemlerini kazandıran isimlerin en önemlisi hiç kuşkusuz Cesare Lombroso'dur.
Lombrosso 1835 - 1909 yılları arasında yaşamıştır. Kendisi adli tıp profesörü
olup, seneler boyunca, suçluların
bedenleri üzerinde çalışma şansı elde etmiştir. Çalışmaları sırasında "insan
bedeni ile suç arasında ilişki kurulabilir mi?" sorusuna cevap aramıştır. Elde
ettiği veriler ve ortaya çıkan istatistiki sonuçlar, suçlular arasında ortak
noktaların bulunduğu göstermiştir. Belli kafatası ve kemik yapısına sahip
olanların, belli bir iklim ve coğrafi bölgeden gelenlerin, ortak suç
eğilimlerine sahip olduklarını tespit etmiştir. Yapmış olduğu çalışmaları bir kitapta toplayarak yayımlamıştır.
Kitabının adı "Suçlu İnsan" dır. Lombrosso kitabında insanların,
doğuştan gelen bedeni özelliklerinin o kişinin suçlu olarak doğduğunu gösterdiği
iddiasındadır. Kitabı ve görüşleri büyük yankı uyandırmıştır. Lombroso'ya pek çok soru yöneltilmiş, kitapta ileri
sürdüğü kimi görüşlerine kaynaklık eden verilerin elde edilme yöntemi, bu
verilerle insanın suçlu doğmuş olmasının kabulünün mümkün olmadığı yönündeki
eleştirilerin sonu gelmemiştir. Bu
alandaki pek çok eleştiriye rağmen Lombroso'nun görüşleri uygulamaya bile
geçirilmiştir. Kimi polis şefleri Lombroso'nun işaret ettiği özelikleri
taşıyanlara suçlu muamelesi yapılmış ve insanlar soruşturulmuştur. Lombroso'nun
görüşleri düşünürler ve ceza hukukçuları tarafından tartışıladursun,
uygulayıcılar suçluları daha iyi tanıma ve onlarla ilgili veri bankaları
oluşturma gayretine girmişlerdir. Önceleri
kızgın demirlerle suçlunun sırtına, kol pazusuna veya baldırına yapılan
mühürler, yerlerini suçluların resimlerini çizip, ayak boylarını, kemik
uzunluklarını ölçüp ve elde edilen verileri arşivlemeye dönüşmüştür. Tüm bu
süreç parmak izi ve DNA'nın keşfi ile müthiş ilerlemeler kat etmiş, hatta insan
beyninde bulunan "amigdala" adlı organ ile suç arasındaki ilişkiyi
tartışmakta ve cevaplar bulmaktadır. Ancak soru değişmemiştir: "insan
bedeni ile suç arasında ilişki kurulabilir mi". Bugün kriminoloji bilmi hala
aynı soruya cevap aramakta, diğer bütün bilimleri de bu cevabı bulabilmek için
seferber etmektedir.
Batıda bunlar yaşanırken, doğuda yani bizim topraklarımızda neler oluyordu.
Hukuk mekteplerinin öğretim görevlileri, ilmiye sınıfı, tıp ve sosyal
bilimlerle meşgul olanların aklına bu tür soruları sormak hiç mi gelmedi. Bu
sorunun cevabını verilecek cevap tabii ki "evet" dir. Erzurumlu
İbrahim Hakkı'nın "Marifetname"si bunun en önemli örneğidir. Erzurumlu
İbrahim Hakkı 1703-1780 yılları arasında yaşamıştır. Astronomi, fizik,
psikoloji, sosyoloji ve din alanlarında pek çok çalışması vardır. En ünlü eseri
bizim de belirttiğimiz gibi "Marifetname"dir. Marifetname
astronomiden, tıbba ve sosyolojiye kadar pek çok alanda bilgi ihtiva
etmektedir. Bizim bu yazımızla ve Lombrosso ile ilişkisi ise anatomi bilminden
yararlanarak kaleme aldığı ve insan bedeni ile iyilik ve kötülük arasındaki ilişkiyi ortaya koyan bölümlerdir.
Bu bölümlerde insanının, boy uzunluğu, kemik
yapısı, yüz hatları, göz ve saç renkleri gibi onlarca hususiyet ile iyilik ve
kötülük arasında irtibat kurulmuştur. İyilik ve kötülük kavramlarının, ceza hukukundaki karşılıklarının suçlu ve
masum olduğunu ifade edebiliriz. İbrahim
Hakkı bu irtibatı kurarken, anatomi bilginlerinin vermiş olduğu bilgilere göre diyerek
,bu bilgilerin kaynağının tıb biliminin verileri olduğunu ortaya koymuştur. Bu
şekildeki bir atıf aslında bu bilgilerin halihazırda ve bir süredir doğu
bilginlerinin elinde olduğunun en önemli göstergesidir. Lombroso'nun fikirleri Batı'da büyük yankı
uyandırırken, İbrahim Hakkı'nın fikirleri hakkında çok ciddi eleştiriler
yapıldığına yönelik, daha doğrusu eleştirildiğine, bu tespitlerin akla ve bilme
uygun olup olmadığının tartışıldığına veya bu verilerin o dönem hukuk düşünürleri
tarafından ciddiye alınıp, kullanıldığına dair herhangi bir tespite
rastlayamadık. Bunun sebebi, bahsedilen konuların doğulu bilginler arasında etraflıca
tartışılmış ve eserlere yansıtılmış olması ve zaten bilinen şeyler olması, Lombroso'nun fikirlerinin çok dikkat
çekmesinin sebebinin ise aydınlanmanın ışığı ile yeni muhatap olan Avrupalı
fikir ve bilim adamlarının ilk defa bu tür bilgilerin bu şekilde arzı ile
muhatap olmalarıdır diye düşünüyoruz.
İki
büyük bilim adamı birisi Doğu'nun diğeri Batı'nın ışığı. Lombroso'nun
söyledikleri o güne kadar bilimsel bir yöntemle ve somut verilerle dile
getirilmemişti. Farklıydı ve tartışmaya değerdi. Tartışıldı, bu tartışma
Kriminoloj'yi doğurdu, ceza hukukuna pozitivizmi kazandırdı. Aynı düşünceleri O'ndan
yüzyıl kadar önce Doğu'nun ışığı olan
Erzurumlu İbrahim Hakkı'da dile getirmişti. Ancak O'nun ışığı bizim hukukumuzu bu
şekilde aydınlatamadı, bizde kriminolojinin doğumuna vesile olmadı, bırakın
pozitivizmi, tıb ve anatomi biliminin verilerinin hukuk biliminde, özellikle
ceza hukukunda kullanılmasının mümkün olup olmadığı dahi tartışılmadı. Açıkçası
tartışılıp tartışılmadığı dahi bilinmemektedir. Bugün bile bu mesafeli duruş değişmemiştir.
Peki bunları bilmeye ihtiyaç var mıdır? Sizce?
6 Mart 2016 Pazar
CEZANIN SON ÇARE OLMASI (ULTİMA RATİO) İLKESİ VE TÜRKİYENİN DURUMU
Sosyal
bir varlık olan insanı, içinde bulunduğu toplumu ve bunlar arasındaki yatay ve
dikey ilişkileri inceleyen bilim dalları sosyal bilimler olarak kabul
edilmektedir. Sosyal bilimler, toplumu bütüncül olarak ele alırken gerek
pozitif bilimlerin gerekse diğer alanların bakış açıları ile toplumu sürekli
gözlemlerler. Mevcut sorunların tespiti,
ileride doğabilecek olanların önceden tahmini, halde ve istikbalde sağlıklı ve sürdürülebilir bir toplum için
büyük önem taşımaktadır. Sosyal problemlerin çözümünde birçok bileşenden
faydalanılmaktadır. Bunlar temelde önleyici ve onarıcı özellik gösteren çalışmalar
olarak ikiye ayrılmaktadır. Cezanın, bünyesinde barındırdığı korkutucu
özellikler nedeniyle toplumun korunması açısından genel önleme; kişinin suç
işleme yeteneğini ortadan kaldırması, onu ıslah etmesi ve yeniden suç işleme düşüncesine
karşı gözdağı vermesi nedeniyle özel önleme etkisi vardır. Bu özellikleri
nedeniyle cezanın toplumsal sorunların çözümünde önleyici ve onarıcı etkiye
sahip olduğu kabul edilmektedir.
Cezanın
insanlık tarihinin ilk günlerinden bu yana korkutucu ve caydırıcı etkisi ona
öncelikle başvurulmasının temel sebebi olarak kabul edilmiştir. Korku bilindiği
üzere insanoğlunun en zayıf yanlarından biridir. Toplum yöneticileri geçmişte
olduğu gibi bugün de cezanın korkutucu etkisinden medet ummaktadırlar.
Günümüzde ceza ile ilgili bakış açısı, ondan ne ölçüde istifade edilmesi gerektiği üzerindedir. Devletlerin sahip olduğu en güçlü ve hızlı sorun çözme aracının, ceza olduğu yönündeki genel kabul, yönetici sınıfın suçları ve cezaları politik birer malzeme olarak kullanma arzusu buna karşın toplumsal problemlerin çok yönlü çözülmesi ihtiyacı soruyu daha tartışmalı bir hale getirmektedir. Bu tartışmaya bir çıkış yolu ararken, bir dönem Almanya İçişleri Bakanlığını da yapmış olan Profesör Werner Maihofer'in konuya ilişkin iki tespiti ile karşılaştık, bunlardan ilki "Ceza hukuku vatandaşların Magna Carta’sıdır" diğeri ise "Ceza hukuku sosyal politikanın ultima ratiosudur". Kanaatimizce bu tespitlerle birey - devlet ilişkisinde cezanın yeri, kısa öz ve net bir şekilde ortaya konulmuştur. Evet ceza hukuku vatandaşların Magna Carta'sıdır ve üstün güç sahibi olan ve cezalandırma yetkisinin yegane sahibi olan devlet, ceza hukuku ile belirlenen ölçüler dahilinde dizginlenmiş olmaktadır. Bir yandan ceza usul hukuku ile soruşturma ve yargılama süreci disipline edilerek keyfiliğin önüne geçirilebilirken, öte yandan maddi ceza hukuku ile de devletin keyfi olarak suç ihdası veya keyfi ceza tayin ve cezalandırma yöntemleri üretmesinin önüne geçilebilmektedir.
Maihofer'in
"Ceza hukuk sosyal politikaların ultima ratiousudur" tespiti de son
derece yerinde ve sosyal politikaların tespit ve tayininde ceza hukukunun yerini
tam ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. İnsan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk
devletinden bahsedilecekse, hiç şüphesiz ceza son çare olmalıdır. Başvurulması
kolay, ucuz ve daha az maliyetli olması nedeniyle devlet gücünü elinde
bulunduranların cezaya temayülü her zaman vardır ve olacaktır da. Peki devletlerin
sosyal problemleri çözmek için sıklıkla cezaya başvurmasının neticesi ne
olacaktır? Suç ihdası ve cezaya başvurudaki artış kendini sadece avukat vekaleti
ücretlerinin artışında göstermeyecek, aynı zamanda örgütlü suçları artıracak,
suçluları daha profesyonel olmaya itecek ve toplum zamanla suçu daha güçlü
hisseder olacak ve bir süre sonra başlanılandan daha kötü bir noktaya gelinmiş
olacaktır.
Cezanın son çare olması ilkesinin sosyal politikalara yansımasını Türkiye uygulamaları üzerinden de değerlendirebiliriz. Türkiye'de 5237 sayılı yasanın 191. maddesinin ilk şeklinde uyuşturucu kullanımı bir bağımlılık ve dolayısıyla sağlık problemi olarak kabul edildi, kullanıcıya ve kullanmak için üzerinde bulundurana da bu nedenle tedavi ve denetimli serbestlik tedbiri öngörüldü, ihlal halinde ceza verilmesi söz konusuydu. Bu bakış açısı Kara Avrupasında, Portekiz, Hollanda gibi devletlerdeki uygulamalara benzerdi ve oralarda müspet neticeler vermişti. Ülkemiz de ise beklenen olmadı, tabir caizse geri tepti ve uyuşturucu kullanım oranları, 2015 yılına gelindiğinde 10 yıllık bir süre içinde 20 kat arttı. 2005 yılında yaşanan büyük ceza hukuku reformunun ve yeni ceza politikasının en önemli kurumlarından biri olan Denetimli Serbestlik sistemi de aynı zaman diliminde beklenemeyen bu suç artışı karşısında adeta çöktü. Ceza adaleti uygulamalarının yürütüldüğü tarafta hal böyle iken sağlık sisteminde ise durum çok da farklı değildi. Alkol ve madde bağımlılığına düçar olanların tedavilerinin yapılması ve onlara rehberlik desteğinin sağlanması için kurulan ve yıllardır bu alanda hizmet yürüten AMATEM'ler de adeta çöktü. Avrupa örneklerindeki başarıya rağmen Türkiye'deki bu hayal kırıklığı nasıl yorumlanmalı. Orası Avrupa, burası Türkiye, pek çok alanda farklılıklar ve herkesin kendine özgü şartları var demek gerçeklere gözleri kapamak olacaktır. Örnek olarak Portekiz ele alındığında orada bizde olduğu gibi ilkin uyuşturucu suçları suç olarak tanımlanıp ceza tehtidine maruz bırakılmış ancak bu yaklaşım tarzı çözüm üretmeyince, 2000'lerin başından itibaren madde kullanımı bir hastalık olarak görülmüş ve bu düşüncenin gereklerine uygun olarak toplum merkezli tedavi sürecini sağlayacak alt yapı oluşturulmuş, madde kullanıcı ve bağımlılarını topluma kazandırmayı sağlayan bir dizi tedbirden sonra uyuşturucu madde kullanımında %50'lere varan büyük düşüşler sağlanmıştır. Madde bağımlılığındaki düşüş, uyuşturucu madde ticareti suçlarını da kendiliğinden düşürmüştür.
Ceza
hukukunun sosyal politikaların belirlenmesinde ultima ratio olacağı en önemli
alanlardan biri hiç şüphesiz aile olmakla birlikte ülkemizin aile suçları
açısından karnesi çok da iyi değildir. Gerek 5237 sayılı TCK'da gerekse 6284
sayılı Kadının Korunması Hakkında kanunda yer alan cezai ve idari tedbirler,
kendilerinden önceki düzenlemelere göre oldukça serttir ve oldukça katı bir şekilde
uygulanmaktadır. Tüm bu cezai düzenlemelere rağmen aile içi şiddet ve kadınlara
karşı işlenen suçlar azalmadığı gibi sürekli artış göstermektedir.
Ultima
ratio ilkesine en yoğun bir şekilde uyulması gereken diğer bir alan ise hiç
şüphesiz çocuk suçluluğudur. Ülkemizde cezaevlerinde 3000 civarında suça
sürüklenmiş çocuk bulunmakta, denetimli serbestlik üzerinden takip edilen
çocukların sayısı ise 10.000'den fazladır. Türkiye'de çocuk ceza infaz sistemi öylesine
ağır eleştirilere maruz kalmaktadır ki çocuk cezaevlerinin kapatılmasına
yönelik bir sivil toplum hareketi bile olmuştur. Bu yoğun eleştirilerin
merkezinde ceza adaleti sistemi çocukları ıslah etmek yerine onların suçun
içine daha fazla çekmektedir. Çocuk ceza adaleti sistemi konusunda son çare
ilkesine sadakatle hizmet eden kurumlardan biri İngiltere'de bulunan Youth Justice Board'dır. Youth Justice Board, Çocuk Adalet Kurulu
olarak da çevirebileceğimiz, Türkiye'deki BDDK gibi bağımsız idari otorite
benzeri bir kuruldur. Bu kurul, suça sürüklenen veya sürüklenmesi ihtimali olan
çocuklar ceza adalet sistemi ile ilk tanıştıklarında, o çocuklara ulaşıp
onların takip ve suçtan korunmasına hizmet etmektedir. Kurul suça
sürüklenmesine rağmen cezaevine girmemesi gereken çocukların korunması için gereken
tüm tedbirleri almaya ve ilgili devlet kurumlarını da harekete geçirme
yetkisine sahiptir. İskoçya da suçla mücadelede sosyal politikaların en etkin
yürütüldüğü ülkeler arasında sayılmaktadır. "The Chlidren's Hearing
System" İskoçya'daki çocuklara yönelik toplum merkezli programlardan
sadece biri olup bu programda çocuklar
çok yönlü olarak takip edilerek suça sürüklenmelerinin önüne geçilmeye, suça
sürüklenenlerin de suçtan kurtulmalarına ve mükerrerliğin önüne geçilmesine yönelik
çalışmalar yürütülmektedir.
Ülkemizde uyuşturucu suçları ile ilgili son yapılan mevzuat değişiklikleri ile uyuşturucu imal ve istihsal suçlarından, uyuşturucu madde kullanım ve ticaretine kadar tüm suçlarda ceza artışına gidilmiştir. Yine aile suçlarında ve kadına karşı işlenen suçlarda idari ve adli yönden ciddi cezai tedbirler halen yürürlükte olmasına rağmen suç rakamları bir türlü düşürülememekte popülist yaklaşımlarla bu alandaki cezaların da daha fazla artırılmasına yönelik söylemler hergün daha fazla gündeme gelmektedir. Bu şekilde ceza artışlarının ve cezai tedbirlerin öne çıkarılmasının suçların azalmasına katkısı olmadığı, olmayacağı ulusal ve uluslararası tecrübelerle ortadadır. Ülkemizde de cezanın son çare olması ilkesine saygı gösterilip gereklerinin yerine getirilmesi halinde toplumu doğrudan ilgilendiren uyuşturucu ve aile suçlarında kendiliğinden düşüş sağlanacağı kanaatindeyiz. Ülkemizde yapılması gereken devletin de desteği ile toplumun kendi dinamikleri olan sivil toplum kuruluşları eliyle saha hakimiyetinin sağlanmasıdır. Bağımlılık gibi kişilerin tek başlarına mücadele etmeleri çok zor olan alanlarda insanların ihtiyaç duydukları ve kendilerine destek verecek danışma ve destek merkezlerinin onların ayağına götürülmesi ile ceza hukuku mekanizmaları işletilmeden pek çok sosyal sorun kendiliğinden çözülmüş olacaktır.
3 Mart 2016 Perşembe
CEZA DÜŞÜNCESİNİN 1975-2005 ARASINDAKİ SEYRİ
Ceza düşüncesinin Almanya'da son çeyrek asırda geçirdiği evrim, bu evrimi etkileyen unsurlar, insan hakları merkezli bakıldığında gerileyen ve ilerleyen yönler, suç tanımlarının genişlemesine ve cezaların ağırlaştırılmasına etki eden faktörler, ceza hukukunun tüm suje ve unsurları da dikkate alınarak yapılan değerlendirmeyi içeren, Türkiye ve dünyadaki ceza düşüncesindeki evrimi yorumlamanıza yardımcı olacak makaleye ulaşmak için lütfen tıklayınız
24 Şubat 2016 Çarşamba
16 Şubat 2016 Salı
13 Şubat 2016 Cumartesi
8 Şubat 2016 Pazartesi
23 Ocak 2016 Cumartesi
SUÇ MAĞDURLARININ ZARARLARININ TAZMİNİNE MAHKUMLARCA KATKI SAĞLANMASI
BİR ONARICI ADALET UYGULAMASI :
SUÇ
MAĞDURLARININ ZARARLARININ TAZMİNİNE MAHKUMLARCA KATKI SAĞLANMASI
Onarıcı adalet
anlayışı, 1980’li yıllardan bu yana dünya gündemindedir. Tokyo Kuralları olarak
da bilinen Hapis Dışı Tedbirlere İlişkin Birleşmiş Milletler Minimum Standart
Kuralları[1] da
bu alandaki gayretlerin sonucudur. Onarıcı adalet anlayışının, geleneksel
cezalandırıcı adelet anlayışından temel farkı suç mağdurunun mağduriyetinin
fail/suçlu tarafından giderimidir. Onarıcı adalet sisteminin işleyişini
sağlayacak temel mekanizma ise toplumun kendisidir.
Gelişmiş ülkelerin pek
çoğunda suç mağdurlarının zararlarının
karşılanması için kamu hazinesi veya sosyal güvenlik sistemi üzerinden
desteklenen fonlar kurulmuş[2],
sivil toplum örgütleri de bu alanda çalışmalara katkı sağlamaktadır[3].
Cezaevlerinde bulunan mahkumların mağdurların zararlarının giderimine katkı sağlamalarına ilişkin düzenleme ve çalışmalar onarıcı adalet anlayışı kapsamında değerlendirilmektedir. Bu konu özellikle Anglo-Sakson hukuk sisteminin hakim olduğu ülkeler başta olmak üzere birçok ülkede uygulanmaktadır.
Aşağıda ayrıntılı bilgileri verilecek olan ülkelerde suç mağdurlarının zararlarının tazminine yönelik oluşturulan fonlara, cezaevlerinde çalışan mahkumlara ödenen ücretlerden yapılan kesintilerden aktarım yapılmaktadır.
İngiltere’de, mahkumların cezaevinde çalıştıkları dönemde elde ettikleri gelirlerden vergi ve bir kısım zorunlu kesintiler yapılması uygulaması yapılmaktadır. Bu kapsamda yapılan kesintilerden biri de suç mağduru destek fonu kesintisidir. Buna göre mahkumun cezaevinde bulunduğu dönemde iç hizmetler ve işyurtlarında yapmış olduğu çalışmalar kapsamında elde ettiği gelirinin %40’ı suç mağduru destek fonuna aktarılmaktadır. Bir mahkumdan belirtilen oranda kesinti yapılması halinde kişi başı haftalık 20 paundluk bir katkı sağlanmaktadır. Ulaşabildiğimiz verilere göre İngiltere’de çalışan mahkumlardan yapılan kesintiler sonucunda 2012 yılı Mayıs ayı itibariyle 383.000 Paund[4], Eylül ayı itibariyle 750.000 paund[5] tutarında bir paranın fona aktarılmıştır. Bu bilgiler ışığında yıllık yaklaşık 1.000.000 Paund para aktarıldığı anlaşılmaktadır.
Amerika Birleşik Devletleri, federal devlet olmasının da etkisiyle iki başlı bir cezaevi sistemine sahiptir. Bu kapsamda hem federal devlete hem de eyaletlerin kendilerine bağlı yerel cezaevleri vardır. Amerikan Federal Cezaevi sistemine dahil olan cezaevlerindeki mahkum çalıştırma sistemi Federal Cezaevi Endüstrisi Kurumu (marka adı UNİCOR) tarafından yürütülmektedir. Gerek federal cezaevlerinde gerekse eyaletler tarafından yönetilen cezaevlerinde bulunan mahkumlardan elde ettikleri ücretlerden vergi, cezaevi dışındaki ailesi, mahkum çocukları yardım fonu ve suç mağdurları destek fonuna aktarılmak üzere kesintiler yapılmaktadır[6]. Bu kesintiler arasında yer alan suç mağduru destek fonu kesintisi %20 oranındadır[7]. Örneğin sadece Güney Karolina eyaletinde mahkum ücretlerinden yapılan kesintilerden mağdur destek fonuna aktarılan tutar 1999 yılı verilerine göre yıllık 1.500.000 Amerikan doları seviyesindedir[8].
Fransa’da suç mağdurlarına destek fonu için yapılan kesinti oranı ise %25[9]tir. Yine Avustralya[10]’da benzer şekilde suç mağdurlarına destek fonuna aktarılmak üzere mahkumların ücretlerinden kesinti yapılmaktadır.
Konu Türkiye açısından değerlendirildiğinde, ülkemizde suç mağdurlarının ekonomik olarak desteklenmesine ilişkin müstakil yasal bir düzenleme bulunmamaktadır. Bir suçun mağduru olan kişi suç mağduru olduğu için değil, sıradan muhtaç biri gibi sosyal yardımlaşma ve dayanışma fonlarından yardım talep etmekte ve kabul görmesi halinde yardım alabilmektedir. Bir suçun mağduru olması bu yardımı almasında özel bir ayrıcalık ifade etmemektedir.
Türkiye’de suç mağdurlarının desteklenmesine ilişkin düzenlemeler 5402 sayılı Denetimli Serbestlik Hizmetleri Kanununda yer almaktadır. Bu kanunun 12 ve 13’üncü maddelerinde, denetimli serbestlik müdürlüklerinin suçtan zarar gören kişilerin karşılaştıkları psiko-sosyal ve ekonomik sorunların çözümünde danışmanlık yapmak ve bu kişilere yardımcı olmak görevleri bulunmaktadır. Kanunun 17’nci maddesinde ise, koruma kurullarının müdürlüklerden iletilen suçtan zarar gören kişilerin karşılaştıkları sosyal ve ekonomik sorunların çözümü ile görevli oldukları ifade edilmiştir. Koruma Kurullarına herhangi bir fon verilmediği için, suç mağdurunun zararının giderilmesi hususunda, sadece, farklı kurumlardan gelen kurul üyeleri mağdurun durumundan haberdar edilmekte ve mağdur bu kurumlara yönlendirilmektedir.
Türkiye cezaevlerinde bulunan mahkumlar işyurdu ve iç hizmetlerde çalıştırılmak suretiyle ekonomik kazanç elde etmeleri sağlanmaktadır. Türk işyurdu sisteminde mahkumlara ödenen ücret diğer ülkelerde olduğu gibi gündelik olarak hesaplanmaktadır. Ödenecek gündelik ücret ise İşyurdu Yüksek Kurulu tarafından belirlenmektedir. Buna göre İşyurdu faaliyetleri kapsamında çalıştırılan mahkumlardan çıraklara 7, kalfalara 7,5 , ustalara ise 8 TL gündelik ödenmektedir. Bu rakamlar az gözükse de çalışan mahkumlardan günlük iaşe bedeli istenmemekte ve yıllık kar payından faydalanmaları sağlanmakta, böylelikle gündelik sağlanan menfaat 15 TL’yi geçebilmektedir. Adalet Bakanlığı verilerine göre Türkiye’de 2014 yılında çalışan mahkumlara toplam 18.148.308 TL yevmiye ödenmiştir. Bakanlık verilerinde kaç adet yevmiye ödendiği belirtilmemiştir. Gündelik rakamları nazara alındığında ödenen yevmiye adedinin 2.500.000’dan fazla olduğu anlaşılmaktadır.
Türkiye cezaevi
sisteminde mahkumlar işyurtlarınının yanında ücretli olarak iç hizmetlerde de
çalıştırılmaktadır. İçhizmetler, cezaevi idaresinin kâr elde etmediği işler
olan, cezaevi yemekhanesi, idari kat
hizmetleri, temizlik işleri, berber ve terzi gibi hizmetlerin yürütülmesini iade
etmektedir. İç hizmetlerde ödenen ücret de işyurtlarında ödenenle yaklaşık
olarak aynı rakamlara tekabül etmektedir. Özellikle kapalılar olmak üzere
birçok cezaevinde iç hizmetlerde çalışan mahkum sayısı işyurtlarında
çalışanların sayısına yakın olmaktadır.
Yukarıda bahsedilen veriler nazara alındığında Türkiye’de, oluşturulacak bir mağdur destek fonuna mahkum ücretlerinden kesinti yapılarak katkı sağlanması mümkündür. Bu durumunda, mahkum gündeliklerinden sadece 1 (bir)’er TL kesinti yapılarak fona aktarılması halinde bile fonda yıllık en az 3.500.000.TL para toplanabilecektir[11].
Türkiye’de, oluşturulacak bir suç mağdurları destek fonunun yönetiminin kim tarafından yapılacağı sorusu gündeme gelecektir. Kanaatimizce Denetimli Serbestlik Koruma Kurulları bu iş için uygun olacaktır. Bu kurulların yasal alt yapısı ve kurullara katılanlar bu hizmetler için uygun gözükmektedir. Bu kurullar eliyle suç mağdurlarının tespiti ve zararlarının ekonomik olarak tazminine katkı sağlanması mümkün olacaktır.
[1] http://www.cte-ds.adalet.gov.tr/tavsiyekararlari/14.pdf
(Erişim Tarihi: 23.01.2016)
[2] Örneğin
Avustralya : http://www.victimsofcrime.vic.gov.au/
, İngiltere: https://www.gov.uk/browse/justice/reporting-crimes-compensation
[3] Örneğin
Prison Fellowship İnternational, bu derneğin onarıcı adaletle ilgili internet
sitesi için bkz. http://restorativejustice.org/
[4] http://www.independent.co.uk/news/uk/crime/383000-of-prisoners-pay-used-to-fund-victim-support-7804321.html
(Erişim Tarihi : 23.01.2016)
[7] Encyclopedia of Prisons and Correctional Facilities, editör: Mary Bosworth, SAGE Publications, London 2005, s. 731.
[8] http://www.doc.sc.gov/pubweb/victim_services/news1199.jsp
(Erişim Tarihi: 23.01.2016)
[9] http://www.prisonobservatory.org/upload/PrisonconditionsinFrance.pdf,
s. 29. (Erişim Tarihi: 23.01.2016)
[10] http://www.csi.nsw.gov.au/Documents/8%202%20Inmate%20wages%20-%20UpdateAugust%202015%20Internet.pdf (Erişim Tarihi: 23.01.2016)
[11] Bu
hesapta İşyurtlarında çalışan mahkumlara ödenen gündelik sayısı asgari 2.000.000, iç hizmetlerde çalışan
mahkumlara ödenen gündelik sayısı ise 1.000.000. adet olarak hesaplanmıştır.
Olması gereken rakamlar bunların üzerindedir. Ancak bakanlık verilerinde yer
almadığı için mevcut verilerden asgari rakamların tespiti ile buna göre hesap
yapılması cihetine gidilmiştir.
9 Ocak 2016 Cumartesi
Onarıcı Adaletin Tarihsel Süreci ve Temel İlkeleri
Onarıcı adaletin dünden bugüne gelişimi ve genel ilkeleri için lütfen tıklayınız bu makalenin kaynakçasına da göz atmakta yarar var
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)