Sosyal
bir varlık olan insanı, içinde bulunduğu toplumu ve bunlar arasındaki yatay ve
dikey ilişkileri inceleyen bilim dalları sosyal bilimler olarak kabul
edilmektedir. Sosyal bilimler, toplumu bütüncül olarak ele alırken gerek
pozitif bilimlerin gerekse diğer alanların bakış açıları ile toplumu sürekli
gözlemlerler. Mevcut sorunların tespiti,
ileride doğabilecek olanların önceden tahmini, halde ve istikbalde sağlıklı ve sürdürülebilir bir toplum için
büyük önem taşımaktadır. Sosyal problemlerin çözümünde birçok bileşenden
faydalanılmaktadır. Bunlar temelde önleyici ve onarıcı özellik gösteren çalışmalar
olarak ikiye ayrılmaktadır. Cezanın, bünyesinde barındırdığı korkutucu
özellikler nedeniyle toplumun korunması açısından genel önleme; kişinin suç
işleme yeteneğini ortadan kaldırması, onu ıslah etmesi ve yeniden suç işleme düşüncesine
karşı gözdağı vermesi nedeniyle özel önleme etkisi vardır. Bu özellikleri
nedeniyle cezanın toplumsal sorunların çözümünde önleyici ve onarıcı etkiye
sahip olduğu kabul edilmektedir.
Cezanın
insanlık tarihinin ilk günlerinden bu yana korkutucu ve caydırıcı etkisi ona
öncelikle başvurulmasının temel sebebi olarak kabul edilmiştir. Korku bilindiği
üzere insanoğlunun en zayıf yanlarından biridir. Toplum yöneticileri geçmişte
olduğu gibi bugün de cezanın korkutucu etkisinden medet ummaktadırlar.
Günümüzde ceza ile ilgili bakış açısı, ondan ne ölçüde istifade edilmesi gerektiği üzerindedir. Devletlerin sahip olduğu en güçlü ve hızlı sorun çözme aracının, ceza olduğu yönündeki genel kabul, yönetici sınıfın suçları ve cezaları politik birer malzeme olarak kullanma arzusu buna karşın toplumsal problemlerin çok yönlü çözülmesi ihtiyacı soruyu daha tartışmalı bir hale getirmektedir. Bu tartışmaya bir çıkış yolu ararken, bir dönem Almanya İçişleri Bakanlığını da yapmış olan Profesör Werner Maihofer'in konuya ilişkin iki tespiti ile karşılaştık, bunlardan ilki "Ceza hukuku vatandaşların Magna Carta’sıdır" diğeri ise "Ceza hukuku sosyal politikanın ultima ratiosudur". Kanaatimizce bu tespitlerle birey - devlet ilişkisinde cezanın yeri, kısa öz ve net bir şekilde ortaya konulmuştur. Evet ceza hukuku vatandaşların Magna Carta'sıdır ve üstün güç sahibi olan ve cezalandırma yetkisinin yegane sahibi olan devlet, ceza hukuku ile belirlenen ölçüler dahilinde dizginlenmiş olmaktadır. Bir yandan ceza usul hukuku ile soruşturma ve yargılama süreci disipline edilerek keyfiliğin önüne geçirilebilirken, öte yandan maddi ceza hukuku ile de devletin keyfi olarak suç ihdası veya keyfi ceza tayin ve cezalandırma yöntemleri üretmesinin önüne geçilebilmektedir.
Maihofer'in
"Ceza hukuk sosyal politikaların ultima ratiousudur" tespiti de son
derece yerinde ve sosyal politikaların tespit ve tayininde ceza hukukunun yerini
tam ve net bir şekilde ortaya koymaktadır. İnsan haklarına saygılı, sosyal bir hukuk
devletinden bahsedilecekse, hiç şüphesiz ceza son çare olmalıdır. Başvurulması
kolay, ucuz ve daha az maliyetli olması nedeniyle devlet gücünü elinde
bulunduranların cezaya temayülü her zaman vardır ve olacaktır da. Peki devletlerin
sosyal problemleri çözmek için sıklıkla cezaya başvurmasının neticesi ne
olacaktır? Suç ihdası ve cezaya başvurudaki artış kendini sadece avukat vekaleti
ücretlerinin artışında göstermeyecek, aynı zamanda örgütlü suçları artıracak,
suçluları daha profesyonel olmaya itecek ve toplum zamanla suçu daha güçlü
hisseder olacak ve bir süre sonra başlanılandan daha kötü bir noktaya gelinmiş
olacaktır.
Cezanın son çare olması ilkesinin sosyal politikalara yansımasını Türkiye uygulamaları üzerinden de değerlendirebiliriz. Türkiye'de 5237 sayılı yasanın 191. maddesinin ilk şeklinde uyuşturucu kullanımı bir bağımlılık ve dolayısıyla sağlık problemi olarak kabul edildi, kullanıcıya ve kullanmak için üzerinde bulundurana da bu nedenle tedavi ve denetimli serbestlik tedbiri öngörüldü, ihlal halinde ceza verilmesi söz konusuydu. Bu bakış açısı Kara Avrupasında, Portekiz, Hollanda gibi devletlerdeki uygulamalara benzerdi ve oralarda müspet neticeler vermişti. Ülkemiz de ise beklenen olmadı, tabir caizse geri tepti ve uyuşturucu kullanım oranları, 2015 yılına gelindiğinde 10 yıllık bir süre içinde 20 kat arttı. 2005 yılında yaşanan büyük ceza hukuku reformunun ve yeni ceza politikasının en önemli kurumlarından biri olan Denetimli Serbestlik sistemi de aynı zaman diliminde beklenemeyen bu suç artışı karşısında adeta çöktü. Ceza adaleti uygulamalarının yürütüldüğü tarafta hal böyle iken sağlık sisteminde ise durum çok da farklı değildi. Alkol ve madde bağımlılığına düçar olanların tedavilerinin yapılması ve onlara rehberlik desteğinin sağlanması için kurulan ve yıllardır bu alanda hizmet yürüten AMATEM'ler de adeta çöktü. Avrupa örneklerindeki başarıya rağmen Türkiye'deki bu hayal kırıklığı nasıl yorumlanmalı. Orası Avrupa, burası Türkiye, pek çok alanda farklılıklar ve herkesin kendine özgü şartları var demek gerçeklere gözleri kapamak olacaktır. Örnek olarak Portekiz ele alındığında orada bizde olduğu gibi ilkin uyuşturucu suçları suç olarak tanımlanıp ceza tehtidine maruz bırakılmış ancak bu yaklaşım tarzı çözüm üretmeyince, 2000'lerin başından itibaren madde kullanımı bir hastalık olarak görülmüş ve bu düşüncenin gereklerine uygun olarak toplum merkezli tedavi sürecini sağlayacak alt yapı oluşturulmuş, madde kullanıcı ve bağımlılarını topluma kazandırmayı sağlayan bir dizi tedbirden sonra uyuşturucu madde kullanımında %50'lere varan büyük düşüşler sağlanmıştır. Madde bağımlılığındaki düşüş, uyuşturucu madde ticareti suçlarını da kendiliğinden düşürmüştür.
Ceza
hukukunun sosyal politikaların belirlenmesinde ultima ratio olacağı en önemli
alanlardan biri hiç şüphesiz aile olmakla birlikte ülkemizin aile suçları
açısından karnesi çok da iyi değildir. Gerek 5237 sayılı TCK'da gerekse 6284
sayılı Kadının Korunması Hakkında kanunda yer alan cezai ve idari tedbirler,
kendilerinden önceki düzenlemelere göre oldukça serttir ve oldukça katı bir şekilde
uygulanmaktadır. Tüm bu cezai düzenlemelere rağmen aile içi şiddet ve kadınlara
karşı işlenen suçlar azalmadığı gibi sürekli artış göstermektedir.
Ultima
ratio ilkesine en yoğun bir şekilde uyulması gereken diğer bir alan ise hiç
şüphesiz çocuk suçluluğudur. Ülkemizde cezaevlerinde 3000 civarında suça
sürüklenmiş çocuk bulunmakta, denetimli serbestlik üzerinden takip edilen
çocukların sayısı ise 10.000'den fazladır. Türkiye'de çocuk ceza infaz sistemi öylesine
ağır eleştirilere maruz kalmaktadır ki çocuk cezaevlerinin kapatılmasına
yönelik bir sivil toplum hareketi bile olmuştur. Bu yoğun eleştirilerin
merkezinde ceza adaleti sistemi çocukları ıslah etmek yerine onların suçun
içine daha fazla çekmektedir. Çocuk ceza adaleti sistemi konusunda son çare
ilkesine sadakatle hizmet eden kurumlardan biri İngiltere'de bulunan Youth Justice Board'dır. Youth Justice Board, Çocuk Adalet Kurulu
olarak da çevirebileceğimiz, Türkiye'deki BDDK gibi bağımsız idari otorite
benzeri bir kuruldur. Bu kurul, suça sürüklenen veya sürüklenmesi ihtimali olan
çocuklar ceza adalet sistemi ile ilk tanıştıklarında, o çocuklara ulaşıp
onların takip ve suçtan korunmasına hizmet etmektedir. Kurul suça
sürüklenmesine rağmen cezaevine girmemesi gereken çocukların korunması için gereken
tüm tedbirleri almaya ve ilgili devlet kurumlarını da harekete geçirme
yetkisine sahiptir. İskoçya da suçla mücadelede sosyal politikaların en etkin
yürütüldüğü ülkeler arasında sayılmaktadır. "The Chlidren's Hearing
System" İskoçya'daki çocuklara yönelik toplum merkezli programlardan
sadece biri olup bu programda çocuklar
çok yönlü olarak takip edilerek suça sürüklenmelerinin önüne geçilmeye, suça
sürüklenenlerin de suçtan kurtulmalarına ve mükerrerliğin önüne geçilmesine yönelik
çalışmalar yürütülmektedir.
Ülkemizde uyuşturucu suçları ile ilgili son yapılan mevzuat değişiklikleri ile uyuşturucu imal ve istihsal suçlarından, uyuşturucu madde kullanım ve ticaretine kadar tüm suçlarda ceza artışına gidilmiştir. Yine aile suçlarında ve kadına karşı işlenen suçlarda idari ve adli yönden ciddi cezai tedbirler halen yürürlükte olmasına rağmen suç rakamları bir türlü düşürülememekte popülist yaklaşımlarla bu alandaki cezaların da daha fazla artırılmasına yönelik söylemler hergün daha fazla gündeme gelmektedir. Bu şekilde ceza artışlarının ve cezai tedbirlerin öne çıkarılmasının suçların azalmasına katkısı olmadığı, olmayacağı ulusal ve uluslararası tecrübelerle ortadadır. Ülkemizde de cezanın son çare olması ilkesine saygı gösterilip gereklerinin yerine getirilmesi halinde toplumu doğrudan ilgilendiren uyuşturucu ve aile suçlarında kendiliğinden düşüş sağlanacağı kanaatindeyiz. Ülkemizde yapılması gereken devletin de desteği ile toplumun kendi dinamikleri olan sivil toplum kuruluşları eliyle saha hakimiyetinin sağlanmasıdır. Bağımlılık gibi kişilerin tek başlarına mücadele etmeleri çok zor olan alanlarda insanların ihtiyaç duydukları ve kendilerine destek verecek danışma ve destek merkezlerinin onların ayağına götürülmesi ile ceza hukuku mekanizmaları işletilmeden pek çok sosyal sorun kendiliğinden çözülmüş olacaktır.